Mary's Axe & Tower of London & Tower Bridge

Hürriyet

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Barcelona'yı geziyoruz..

Çok mu oldu yola çıkalı. Daha "Casa Batllo"ya gelemedik. Daha oradan "Casa Mila"ya gidilecek daha sonra ünlü "La rambla" caddesine. Ama şimdiden bacaklarım ağrımaya başladı. Zaten adamlar cadde kesişimlerinde köşe yapmayacağız diye yaya yolu en az %30 artırmışlar.

İşte orada. Ünlü "Casa Batllo". Aslında nasıl birşeyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Çatısı yamuk, cephesi yamuk bir bina çıktı karşıma. Genişçe bir caddenin kenarına ilişmiş, çocuk masallarından fırlamış gibi görünen bu binanın en ilgi çekici yanları cephesi ve çatısı. Bir ejderha sırtını andıran çatının altındaki yamuk yumuk dış cephe ve kafatası ve kemiklere benzeyen balkon ve pencere kasalarıyla masal dünyasından fırlamış gibi görünüyor. Sanki yemeğini yedikten sonra kemiklerini sağa sola fırlatmış bir ejderhayı resmetmeye çalışmış. Adamın tarzı bu çünkü. Sürekli yapılarıyla bir hikaye anlatmaya çalışmış Gaudi kardeşimiz. Birkaç fotoğraf, etrafında ufak bir yürüyüş. Kahve çekiyor canımız. Bir zincir kahveciden alınan kahvelerle
 yola düşüyoruz. Üzerine dökmeyen bir Mustafa var aramızda. O da kahvesini çabuk içmesinin ödülü. Milletin gözü mü kaldı ne?


O geniş caddeden yukarıya doğru yürüyoruz. Hedef "Casa Mila". Yorgunluk, her atılan adımda yüzünü gösteriyor. Biraz ileride yüzyıllık gibi duran sokak lambalarının altında oturacak bir yer buluyoruz. Nilgün ile Esin kopuyorlar. Nedenini sadece onlar biliyor. Sonra saçmalıyorlar ve bir adamın annesinden ve onun heykelinden bahsediyorlar. Sonra kopmaya devam. Neyse, vardır bir bildikleri diyoruz. Devam edelim derken yolun karşısında "Casa Mila" çıkıyor karşımıza.




"Casa Mila". Yine "Casa Batllo" gibi dış cephesi yamuk yumuk. Dışarıdan ilk verdiği izlenim geçmiş zamanlarda, yaşamak için kullanılan mağaraları andırıyor. Sanki üstüste yığılmış birçok mağaradan oluşuyor bina. Balkon korkulukları da ilgi çekici. Mağaraların girişine yığılmış çalı çırpı gibi duruyorlar. Ve tabi bacalar da garip.
Olması gerekenden çok daha büyük ve olması gerekenden daha yamuk. Biraz daha bina etrafında vakit geçirip metroya doğru yöneliyoruz.

Metro'ya nasıl bineceğiz? Jeton alınmıyor mu burada? Kartla mı giriyoruz metroya? Onu nasıl alacağız? Otomatik makinalar mı var? İyi de cebimizdeki paraları kabul etmiyor bu salak aletler. Kredikartı denesek. Neyse Nilgün halletti. Biniyoruz metroya ve doğru "La rambla"ya.

Hava serinledi. Denize yakınlaştık o nedenle mi acaba? Yorulduk. Oturalım birşeyler içelim biryerlerde. "Bu meyveler gerçek mi" diye soruyor Esin. "Meyveleri bilmem ama adam gerçek" diyorum. Esin önce anlamıyor sonra biraz daha dikkatli bakınca basıyor kahkahayı. "Ben onu görmemiştim. Adam nasıl da kamufle olmuş.". İleriye doğru bakınca bu tiplerden daha bir sürü olduğunu farkediyoruz. "Şuraya oturalım nerdersiniz?".
Olur diyor herkes. Oturuyoruz "La rambla"nın ortasında, bez bir şemsiyenin altında. Garsona iki sangria, iki bira sipariş ediyoruz. İçecekler gelir gelmez yağmur bastırıyor. Bez şemsiye bir yere kadar etkili oluyor. Sokuluyoruz birbirimize. Hatta arka masayla akraba olacağız neredeyse. Bir de bakıyoruz ki Türk'lermiş. Gülüyoruz. Yağmur diniyor. Hesabı isteyip kalkalım diyoruz. "Yuh!. Bir biraya 15 euro yazmışlar? Pis geçirdiler.". Aslında hata bizde. Fiyatı yazılı olmayan şeyleri Akdeniz ülkelerinde sipariş etmeyeceksin. Acıdı ama yapacak birşey yok.

Toplamda kaç saat harcadık bilmiyorum ama hava kararmış, bizi de bu uzun günün sonunda yorgunluk esir almıştı. Otele dönüyoruz. Saat geceyarısı olmuş bile. Ertesi günün planları yapılıp odalara çeliyoruz.


Asansörle çıkarken herkesin dileği ertesi gün gezilecek "Park Güell" nedeniyle havanın iyi olması.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder