Mary's Axe & Tower of London & Tower Bridge

Hürriyet

25 Mayıs 2010 Salı

Park Güell & Barceloneta

Sabah belirlediğimiz saate kalkıp kahvaltıya indik. Akşam yediğim Tapas'ların tadı damağımda, paella'nın pişmemiş pirinçleri midemde hala. Neydi o paella öyle. Pirinçleri çıtır çıtır. Hoş hata bizde, adı Tapa Tapa olan bir restorantta paella yemek neyimize. Ye güzel güzel Tapas'larını otur değil mi? Yok illa yiyeceğiz paella. Olmadı tabi. Pişmemiş pirinci hazmetmek ne kadar zormuş.


Park Güell'e gitmek için yola çıkıyoruz. Çıkmadan önce biletlerini aldığımız üstü açık çift katlı otobüsün durağına doğru yol alıyoruz. Turistik gezi yapan üç hat var şehirde. Mavi olanına bineceğiz biz. Durak "Sagrada Familia"nın hemen yanında. Kısa bir kuyruğa giriyoruz ve işte otobüsümüz. Şansımıza herkes kiliseyi görmeye gelmiş. Arkada üç kişilik yere dört kişi oturuyoruz ve rotayı Park Güell'e çeviriyoruz. Otobüse binerken verdikleri turkuaz kulaklıklardan rehberin anlattıklarını dinlemeye çalışıyoruz ama pek de anladığım söylenemez. İngilizcesi biraz sıkıntılı konuşan arkadaşın. Neyse korktuğumuz başımıza gelmiyor ve hava güneşli, güzel. Tam park gezmelik. İşte durak. "İniyoruz millet. Gaudi arkadaşın tasarladığı parka doğru ileri.". Güell ısmarlamış bu parkı Gaudi'den. Ama herşeyde olduğu gibi tamamlayamamış bizim Gaudi arkadaş.

İşte karşımızda parkın kapısı. Yine çocukça hissettiren iki bina karşılıyor bizi. Hansel&Gretel masalındaki şeker ev gibi karşımızda duruyor. Kapıda birkaç fotoğraf.Sonra merdivenlerden yukarı. Merdivenlerde birkaç fotoğraf daha. İşte Gaudi kadar ünlü, kertenkelesi. Park Güell'in simgesi haline gelmiş. Meydanı ayakta tutan sütunların arasında satılan cam kolyelere bakıyoruz. Satanlar Türkçe bile biliyor. Biraz pazarlık sonrası birkaç tane alıyoruz.Şimdi yukarıya, meydana çıkalım. Avrupada hep böyle. Meydan kültürü çok gelişmiş. Yaşam kurdukları her yerde mutlaka bir meydanları var. İnsanların toplanabileceği, kutlama, protesto yapabilecekleri alanlar bunlar ve bizde olmayan bir kültür. Belki de bizden çok önce yerleşik hayata geçmiş olmaları bunda etkendir. Eski göçebe kültürümüzde böyle birşeye ihtiyaç yoktu zaten. Halen de ihtiyaç duymuyoruz anladığım kadarıyla.




Meydan toprak kaplı. Gerçekten geniş. Bir köşesinde tezgahlarını açmış seyyar satıcılar. Kolye, küpe, anahtarlık. Turistik ufak malzemeler. Birden kendimi Türkiye'de hissettim. Yere serili bir bezin üzerinde sergiledikleri malzemeleri tek bir hareketle toplayıp kaçışmaya başladılar. Alışkınız ya zabıta arıyor insan. Ama görünürde kimse yok. Neden sonra ileride göründü zabıtalar. Buranın zabıtaları da bir havalı ki sormayın. Altlarında motorları, parlak üniformaları ile burunları hep havada geçtiler yanımızdan. Ağaçlıklı bir yoldan ilerliyoruz. İleride sağda Guell'in evi. "Sagrada Familia"ya girerken aldığımız multi biletler burada işe yarıyor ve üçte bir fiyata giriyoruz evin içine. İçeride bulunan mobilyaları dahi Gaudi tasarlamış. Müzeye çevirmişler. Dolanıyoruz. Çok etkileyici şeyler değil ama farklılar. Evden dışarı çıkıp parkın diğer kısımlarını dolaşıyoruz.
Kapıda son bir fotoğraf, çıkıyoruz. Yine mavi hatta binip kiliselerin, heykellerin yanından geçiyoruz ve Av. Diagonal'e çıkıyoruz. Ondört km uzunluğunda, şehri boydan boya geçen bir cadde bu. Sonra bu caddeden çıkıp ünlü Nou Camp stadının yanına gidiyoruz. Hava bozdu. Biraz serinledi hava. Stadı sonraya bırakıp otobüsle "La rambla" ya gidiyoruz.

"La rambla" da dolanıp, birkaç mağazaya girip çıkıyoruz. Bir pazar yerine dalıyoruz. Garip garip meyvalar satılıyor burada. Tadına bakmak için bir iki tane satın alyoruz. Sonra bir çantacıdır gidiyor bizim kızlar arasında. Sanki yolu biliyorlarmış gibi sürüklüyorlar Mustafa ile beni. Sonrada birden "tamam vazgeçtik" diyorlar ve birden kendimizi yat limanına doğru giderken buluyoruz. Deniz kenarına geliyoruz ve elimizdeki meyvaların tadına bakıyoruz. Pek de birşeye benzemiyor tadı. Adı da "Pitaya" mı ne. Adında da pek meymenet yok zaten.



Liman bölgesi belki de en ferah ve açık bölgesi şehrin. En azından şimdiye kadar gördüğüm kısmının. Alışveriş merkezi ve büyük akvaryum bu limanda bulunuyor. Buralarda biraz dolanıp hemen limanın yanındaki bölgeye, "Barceloneta"ya geçiyoruz yürüyerek. Amacımız biraz daha dolaşıp, sonra güzel bir Paella yemek. Sokak aralarına girdikçe anlıyoruz ki biz şimdiye kadar Barselona'nın Sultanahmet'ini gezmişiz. Şimdi ise Dolapdere'de geziyoruz. Çok büyük olmayan bu bölgeyi yürüyerek dikine geçiyoruz ve karşımızda engin Akdeniz. Upuzun bir kumsal. Tepemizde de her an boşalmaya hazır yağmur bulutları. O kadar yakınlar ki neredeyse saç tellerime dokunacaklar. Yine de kumsala çıkıyoruz. Suya kadar ilerliyoruz. Gök gürlüyor. Şimdi indirecek yağmur. Hızla kendimize sığınacak ve aynı zamanda güzel bir paella yiyeceğimiz bir yer arıyoruz. Neyse biz oturana kadar yağmıyor yağmur. Önden Tapas'larımız sonra da Paella'larımız geliyor masaya. Birkaç saat geçirmişiz. Yağmuru atlatarak, biralarımızı yudumlayarak, dört kişilik masaya beş kişilik hesap ödeyerek. Ama güzeldi yediklerimiz, muhabbetimiz. Saat geç oldu. Gitmek istemiyoruz otele. Biraz daha zaman geçirelim dışarıda, Barselona'da. Bir iki yere daha uğradıktan sonra otele dönmek üzere taksiye biniyoruz ve belki de tatilimize damga vuran, hep hatırlayacağımız dakikaları yaşamaya başlıyoruz.


1 yorum: