Mary's Axe & Tower of London & Tower Bridge

Hürriyet

11 Mayıs 2010 Salı

Amca'ya Vefa..

Yola çıktık gidiyoruz. Önce köprüyü geçtik sonra ilk çıkıştan çıkıp yeni yapılan yoldan Riva'ya doğru gidiyoruz. Daha sonra Riva sapağını da geçip Akbaba'ya çeviriyoruz rotayı.

Akbaba küçük bir köy. Ama içinde kendisinden beklenmeyecek büyüklükte bir mezarlık var. Köy küçük, mezarlık büyük. Nedenini anlayabiliyoruz. Göç vermiş. Vefat edenler geri gelmiş. Neyse, bu büyük mezarlığın yanında ufak bir sapak. Dönüyoruz oradan. Önce geniş daha sonra dar bir yol. Yol darlaştıkça yeşil artıyor. Yeşil artıkça yol daralıyor. Bir ara bir kelebek takılıyor gözüme arabanın camından. "Ne kadar ıssız. Sanki bir tek biz varız.". Yok, karşıdan geliyor bir araba. Yola hücum etmiş yeşilden sığışamıyoruz. Aynalar teğet geçiyor. Son sapaktan sağa dönüyoruz ve Karadeniz ile Boğaz'ın birbirine kavuştuğu nokta gözlerimizin önüne seriliyor. Rumeli feneri tam karşımızda tüm heybetiyle. Bir an yavaşlıyoruz. Daha şimdiden doyumsuz bir görüntü var önümüzde. Köye giriyoruz. Sağlı sollu evler, bahçeler. Hemen sonra yokuş aşağı parke taşlı bir yol. Tek arabalık. Karşıdan araba gelse geçişemezsin.

Aşağı indik mi önce kumsal karşılıyor bizi. Daha sonra insan canlısı bir iki köpek. Arabayı park ediyoruz. Biliyoruz nereye gideceğimizi. Sanki geleceğimiz duymuş gibi, önce Kenan sonra Mevlüt abi karşılıyor bizi. "Geliyoruz" diyoruz. "Önce Kuzey'i bi dolaştıralım. Kağan'lar da gelecek, sen bir masa ayır bize". "Olur" diyor Mevlüt abi çakır gözlerinin içi gülerek. Sıcak, samimi.

Yürüyoruz, prens arabasından fıldır fıldır gözlerle etrafı kesiyor. Sonra gözüm yukarılara takılıyor. Evler, ha düştü ha düşecek gibi yamacın kenarında duruyor. Altlarında da değil toprak kayalar bile görünmüyor yeşilden. Hemen biraz ileride, setin üzerinde, o gün batırmalık çay bahçesi. Ne harika olur çayı. Limana giriyoruz şimdi. Gırgırlar, yatlar, kayıklar, bir de Amca var orada. Ne kadar uzun zaman geçmiş görmeyeli Amca'yı. Ayıp ettik. Ama alırız gönlünü. Önce karın doyurmak lazım. Zaten Mevlüt abi bekliyordur şimdi. Çok da rüzgar var. Kuzey üşümesin. "Hey! millet dönüyoruz. Derya kuzuları bizi bekliyor.".

"Biz geldik Mevlüt abi". Buyur ediyor, ayırmış masamızı en güzel yerinden mekanın. Kalamar, karides, midye üzerine canım istavrit ve güzelim tekir ve en Yeni'sinden aslan sütü. Yemekten sonra Kağan, ufak Çağan ve ben kumsalda kum kürüyoruz. Elimde makina çekiyorum sürekli. Birden Amca geliyor aklıma. Gidip merhaba diyorum Amca'ya. Biraz üzgün, biraz küskün. "Açtınız arayı" diyor, salınıyor dalgaların üzerinde. "Kusura bakma" diyorum. "Gelemedik. Ama bundan sonra arayı açmayacağız, merak etme.".


Akşam oldu. Dönüş başlayacak. Son bir bakış, son bir tat. Biniyoruz arabaya. Son korna Amca'ya. "Allaha ısmarladık! En kısa zamanda gene buradayız." Dönüş, yine yeşil. Hep yeşil. Yemyeşil.

Hep böyle kal Poyrazköy, hep yeşil, hep bakir. Hep güzel....

6 yorum:

  1. şimdiden özlendi poyrazköy..

    YanıtlaSil
  2. evet evet gidelim yineeee...

    YanıtlaSil
  3. oldu o zaman :) KÇA

    YanıtlaSil
  4. özgür desin ki bi kere götürdünüzz dadıı damakta kaldı gene gelinceee gene gidelimm olurmuu..

    YanıtlaSil
  5. Bir gün hep beraber Poyrazköy yapalım. Çok güzel anlatmışsın:))

    YanıtlaSil
  6. harika anlatmışsın.görmüş veorayı yaşamış kadar oldum.teşekkürler.füsungür.

    YanıtlaSil