Hava güzel, güneşli. Hafif bir esinti vuruyor suratıma. Motorun üst katında, elimde fotoğraf makinası sabırsızlanıyorum. Önce Heybeli'ye uğrayacak motor, sonra ver elini Büyükada. Dedim ya hava güzel. Tıklım tıkış motor. Beş altı kişilik grubuz ama yanyana oturacak yer bulamadık. Üçe bölündük. Saçıldık motorun koltuklarına. Arkalarda bir beyefendi yerini bize verdi de en azından Esin ve Kuzey'le birlikte oturabildik. Öndeki koltuklara da Nilgün ile Mustafa oturdu. Yanlarındaki koltuğa da Kaan. Annanesi ve kuzeni Damla'yla birlikte. Bisikletiyle gelmiş adaya. Süper bu çocuk. Görmeniz lazım.
Bir süre sonra Damla'yla Kaan yanımızda beliriverdi. Elimdeki balık krakerlerden onlara uzattım. İkisininde gözlerinin içi parladı. Görmeye değer hoş bir manzara. Mutlu bir çocuk görmek ne hoş bir duygu. Ve aslında mutlu olmak ne kadar da kolay. Bu çocuklar o anda tekrar hatırlattılar bana bu gerçeği.
İşte Heybeli. Motorun yarısı boşaldı burada. Artık daha rahatız ama zaten üç beş dakikalık yolumuz kaldı. Birazdan Büyükada'ya varırız. Kısa bir yolculukla Adalar'a ulaşılabiliyor. Bostancı'dan motorla yarım saat sürmüyor artık. Sadece binip inerken dikkatli olmak lazım. Zira hiçbir düzen yok. İnsanlar üstüste motora binmeye çalışıyor. Yazık.
Büyükada iskelesi tam karşımda. İndik motordan. Kuzey Bey'i pusetine oturttuktan sonra başladık yürümeye. Önce restaurantların bulunduğu o sıkıcı yoldan geçtik. Sıkılıyorum çünkü müşteri kapmaya çalışan garsonlar, takaların peşine takılmış martılar gibi üşüşüyorlar başımıza. Alışkınız tabi. Güzel ve doğru manevralarla sıyrıldık aralarından. O karmaşa da bile martılar dikkatimi çekti. Tavuk gibi hatta kedi gibi olmuşlar. Utanmasalar, ki utandıkları yok, insanların bacaklarına sürtünecekler. Ama doğaları gereği bunu yapamıyorlar. Yine de olayı bayağı ilerletmişler. Masalardan nasiplerini kapıyorlar.
Efsunlar geldiler. Buluştuk. Hasret giderdik. Yürümeye devam ettik. Biraz ileride yol, adanın içerisine doğru kıvrılır. Kuzey'e şapka almadığımızı farkettik. Efsun ile Habil hemen oradaki bir satıcıdan aldıkları şapkayı Kuzey'e hediye ettiler. Artık herşeyimiz var. Yola devam edebiliriz. Grup içinden acıktık sesleri yükselince uygun olan ilk mekana daldık. Grup kalabalık olunca yer bulmak zor oldu biraz, ama oturacak yerler ayarlandıktan sonra muhabbet başladı. O arada gözüm denizin üzerinde süzülen yelkenliye takıldı. Bir an oraya gittim. Ben de onunla süzüldüm denizin üzerinde. Bir tur atıp tepedeki martının kanadına takıldım. Rüzgarla havalandım. Dünya küçüldü altımda. Sonra güneşin ışıklarına bindim. Geri döndüm adaya. Oturduğum masaya. Muhabbetime.
Yemekler bitti. Hesap ödendi. Kalktık. Yürümeye devam ettik. Hava daha da güzelleşti. Deniz kıyısında bir iki adım daha. Sonra Nilgünler'i İstanbul'a uğurladık. Biz daha buradayız.
Akşam olmak üzere. Hava limonata gibi. Gündüz gezerken gördüğümüz mekana gitmeye karar verdik. İşte karşımızda Prinkipo. Fıstık Ahmet'in Büyükada'daki yeri. Hoş ve nezih bir yer yapmış. Biz dışarıda oturduk ama içerisi de bir o kadar güzeldi. Canlı müzik eşliğinde güzel bir yemek, Efsun, Habil ve arkadaşları Erol ile birlikte güzel bir muhabbet. Hava kararalı çok olmuştu, ama hiçbirimiz İstanbul'a dönmek istemedik. Sanki bağlandık, zincirlendik oraya. Ama dönüş yolundaydık işte. Motora binerken aynı sıkıntılı durum.
Motordayız artık. Kuzey kucağımda, Esin omzumda uyumaya çalışıyor. Benim de aklımda ertesi gün gideceğimiz Sapanca gezisi, motorun kıyıya yanaşmasını bekliyorum.
Dolu dolu geçti bu haftasonu. Darısı diğerlerine...
Süper bir haftasonu olmuş:)) Adalara her gidişimde sanki orası İstanbulun bir parçası değilmiş gibi bakarım şehre..Çok güzeldir çokkkkkkk..
YanıtlaSil